12 Kasım 2010 Cuma

sen söyle

kıkırdıyordu. ben evimin pencerelerinden en kolay ulaşılır olanından sarkmış boylu boyunca uzanan sokağı, denizin parıltısını camilerin en eskisini seyrediyordum. ağzım da boş durmuyordu hani. durmadan konuşuyordum.

masaya yaklaşan üçüncü mendil satıcısına "daha yeni bir tane aldık" diyerek masadaki mendili gösterdi. bir önce gelen çocuktu ve ben "çocuklardan alışveriş yapmak yasak" diye engellemiştim onu. ondan önce gelene öbürü "bozuk paramız yok." demişti. öyleydi gerçekten. masada geçmişi karanlık bir beyaz mendil paketi duruyordu, enfiyenin yanında.

telefon çaldığında evin televizyonlu bölümünde televizyon seyrediyorduk. allahım, ne beklenmedik şeyler yapıyoruz bazen! konuşmaya başlarken ağır ağır merdivenleri indim. merdivenler derin bir havuza açılıyordu. havuzun içi olmadık kardeşlik duygularıyla dolu. orada ağırlık az hissediliyor. nefes pek bir derin..

"gitmeyeceğim!" dedim. "çok işim var.." dedi. "birazını ben yaparım." dedim. "senin de çok işin var." dedi. "birazını sen yaparsın." dedim. gülümsedi. ben de koluna girdim.

anlatıyordum ona, neden memnun olduğumu, nasıl, biraz. biraz anlatıyordum, o çok anlıyordu. zor şeyleri anlatırken çok espri yapıyorum. o çok büyük bir anlayışla zorluğumu kolaylaştırıyor ve sonsuz kikirdiyor. buna bayılıyorum.

o sokak dünyanın en bahtlı ikinci sokağı olabilir. biliyor musun dünyada kaç tane "dünyanın en bahtlı ikinci sokağı" olduğunu? hayır bilmiyorsun. boylu boyunca uzanıyordu önümde.

enfiyemin nerede olduğunu düşündüm bir an. yeşil çantamda olmalıydı. masanın üstünden mendille enfiyeyi kardeş kardeş kaldırıp çantama atışım canlandı gözümde. iyi ki peşine takılıp gitmişim onunla.

hava bu gün bir başka güzel, yıldızlar çakmak çakmak.

Hiç yorum yok: