11 Mayıs 2010 Salı

yeşil nohut

yürüye yürüye nereye varmaya çalışıyorum acaba?

yorgunluktan ölmek üzereyken son gayretimle tartıda önce kendimin darasını aldım. sonra gün boyu sırtımda taşıdığım ve saatler ilerledikçe saatlerin ilerlemesiyle ve içine eklediklerimle ağırlaşan çantamın ağırlığını hesapladım. altı kilo dokuz yüz gram çıktı. bu benim ağırlığımın sekizde birinden bile fazla.

halbuki ben o'na söylemiştim. küçük çanta alalım bana, her halükarda tamamını dolduruyorum, sonra taşıyamıyorum, demiştim. ne kadar uğraştıysam da nasıl bir manyak olduğumu kendisine açıklayamadım. o beni hep iyi hep güzel görmek ister. hiç manyak görmek istemez. hem de o, istediğini istediği gibi görebilme kabiliyetine sahip bir kişidir. öyledir, böyledir.

eve geldiğimde çantanın içinden, her zamanki ıvır zıvırımın haricinde, dört kitap, bir defter, bir fotoğraf makinesi, 2.5 metre kumaş, bir kutu elma suyu, yarım kilo erik, iki dilim kızamık şekeri, iki demet yeşil nohut, yarım şişe su ve bir şal çıktı.

"derman arardım derdime, derdim bana derman imiş" düsturunca yeşil nohutları yemeye koyuldum. yorgunluğum yavaş yavaş geçti. hatta kafa yaptı sanırım biraz. tuhaf bir neşe içinde buldum kendimi. hem de arka arkaya belki de onlarca kez dinlediğim "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına" şarkısına rağmen.

münip utandı'nın sesine olduğum kadar ismine de hastayım.

öyle uzun yürüyorum ki, bana bile uzun geliyor. kendimi karşı yakaya bıraktığımda ki kendisi avrupa yakası oluyor, durduramıyorum. kilometrelerce, kilometrelerce yürüyorum. 


nereye gidiyorsam?

Hiç yorum yok: