17 Ocak 2010 Pazar

kalp ağrısı yapıyor haiti demek. koku hafızamdan çıkıp gelen cesetlerle.

99 depremi olduğunda gazetede çalışmaya başlayalı beş ay kadar olmuştu. hiç unutmam.. hiç unutmam, her gün en az beş dakika geç kaldığım gündem toplantısına 15 dakika erken gitmiştim ertesi günü. herkesin yüzü allak bullaktı. herkesin içi allak bullak..

küçük ve yeni muhabirler olduğumuz için beraber çalışmaya başladığımız ayşe ve beni bir nev'i koruma altına almıştı haber müdürümüz. ilk bir kaç gün gittiğimiz en yıkıcı yer avcılar oldu ve genellikle salgın hastalık, su sıkıntısı, yardım haberleriyle oyalandık.

gerçekten haber merkezinde olup deprem bölgesinden gelen muhabirleri karşılamak bile yeterince sarsıcıydı. birinin geldiğini kata girdiği anda ortalığı saran ceset kokusundan anlayabiliyorduk. üstüne başına sinen, çantasına yerleşen ceset kokusundan..

ortalık biraz düzelmiş olmalıydı ki beş - on gün daha geçtikten sonra adapazarı'na yollandık. ah adapazarı.. darmadağın bir pazar yeri gibi.. can pazarı.

en büyük ve safça şaşkınlığımı şehre girdikten bir iki dakika sonra henüz araçtayken yaşamıştım. gözüm etraftaki binaları(!) takip etmekte ve ne olduklarını algılamakta zorlanırken birden kendimi şunu düşünürken buldum: "bu nasıl bir ev dekorasyonu böyle.. insan duvarına niye parke kaplatır ki?"

bu aptalca şaşkınlığımı kıymetli bir yerinde saklarım aklımın da kalbimin de. bu aptalca şaşkınlığım bana çok kıymetli.

ordan oraya gittik, şurdan şuraya. çadırların arasında sersem sersem gezindik. bir amca vardı elinde sigarası, çadırının girişine çömelmiş, üç metre ilerideki başka bir amca ile konuşuyorlar: "senden kaç kişi var?" "dokuz. sende?" "yedi." yüzler aynı, sesler aynı..

bir şeyler yeseniz iyi olacak dedi, abilerden biri saatler sonra. bir şeyler yemek? iyi de nerde, nasıl?

adapazarı'nı az çok tanıdığım halde evvelinde, ne nereye gittiğimizi biliyorum şimdi, ne nereden geçtiğimizi. kaybolmuştum herkesle birlikte.

eskiden park olan bir yerdeydik sanırım. portatif bir ekmek fabrikası vardı açıkta. esmer renkli ve asker kıyafetli adamlar fırıncılığın resmi giysisi buymuşçasına sadıkane yapıyorlardı işlerini. omzundan yıldızlar taşan bir asker gülümseyen yüzüyle, şefkatle dağıtıyordu ekmekleri. öyle bakakaldım. saniye saniye hafızamda. keşke gösterebilme imkanım olsaydı.

mis gibi bir ekmek kokusu sarmıştı etrafı. başımı döndürüyordu. ceset kokusunun hiç gitmeyecekmiş gibi yerleştiği burnuma verilen bu hediye bile o mısırlı askerlere hayatımın sonuna kadar şükran duymama yeterdi aslında. ama onlar yetinmediler. o çok üst rütbeli olduğu belli olan ve diğerlerinden bir hayli yaşlı asker biraz uzakta duran benim yanıma geldi. omzumu tuttu. ekmeği verdi.

haiti kelimesi ilk seneler ayda bir kaç kere, sonraki seneler bir kaç ayda bir kere, son zamanlardaysa nadiren duyduğum o ceset kokusunu saklandığı yerden çıkarıp önüme koyuyor. onu bastıracak tek şey geliyor aklıma. kendi pişirdiğim bir ekmeği oradaki birine vermek, omzunu tutmak, gülümsemek..

1 yorum:

Ferda dedi ki...

Son paragraf... son paragrafa takıldım kaldım..