14 Temmuz 2009 Salı

li

yıllar yıllar önceydi. alev alatlı ile röportaj yapmaya gitmiştik. aslında röportajı yapacak kişi ben değildim. röportaj konusu kitabı da okumamıştım. peki ben niye gitmiştim? bu bizim bir şekilde dayanışma şeklimizdi. küçük kızlardık ve konu bir yerde tıkanacak olursa sazı eline alabilsin diye yanımızda fazladan beyin taşımayı bir çözüm yolu olarak keşfetmiştik. demek ki küçük ama zeki kızlarmışız.

alev hanım bizi gördüğüne epey sevinmişti. ki bu onun evinde ikinci yahut üçüncü buluşmamızdı. açıkçası o zamanlar da şimdiki gibi eski kelimeleri kullanmayı daha çok seven biriydim. yine de o gün öğrendiğim bir kelime eski kelimelerim kadar büyük bir yer edinmiştir gönlümle. - zaten hali hazırda genetik hafızamın ferdi hafızamı kapsadığını hatta ele geçirdiğini hatta yok etmeye çalıştığını düşünür gibi olurum zaman zaman. bir kaç yüz yıl önce yaşasam daha zamanında yaşamış olacağımı hissedişimi böyle zırvalarla açıklayabiliyorum.- neyse efendim, hanımefendi yazar ile uzun ve güzel bir sohbet yapmıştık. giyinmenin üslûbundan, saçları tarayan rüzgârlardan, çalışma disiplininden, bakım isteyen çocuklardan ve hatta yemek isteyen kocalardan bile konuşmuştuk. o günden aklıma pek çok şey kaldı. en önde gideni ince uzun bir bardağın içinde toz şekerin ne denli zarif durduğu, neskafe üstüne konan soğuk süte karışan kahvenin sıcak suyla buluşması ardından ne leziz bir içecek olduğu, ve afazi kelimesidir.

afazi kelimesini bize anlatmak için sanıyorum en az 40 dk'sını ayırmıştı. gerçekten de çok güzel anlamıştık. çok çok özetle söyleyecek olursam konu içinde geçen ve anlamamız gereken anlamıyla afazi şu demekti: aynı kelimeleri kullanan insanların ayrı anlamları algılaması. bu iki kişi, ya da üç, belki beş ve üzülerek söylemeliyim ki yüzler, binler, milyonlar.... birbirleriyle konuşup iletişim kurduklarını sanarken aslında kimse diğerinin ne demek istediğini tam olarak anlayamıyor, en iyi ihtimalle yakın bir şeyleri sezebiliyordu.

bu kelime kelimesinin anlamına, lisanın varlığına, konuşma ihtiyacına tamamiyle ters bir durum teşkil edilmesine sebep oluyordu.

öyle acayip bir şeydi ki bu çok basite indirecek olursak ikimiz saatlerce masa üzerine konuştuğumuzda sen bütün cümlelerini en önemli toplantıların yapıldığı yuvarlak masa üzerine kurarken ben senin bütün cümlelerine tabakları henüz kaldırırlmamış ve bitmiş bir yemek masasının verdiği duygularla karşılık verebiliyordum.

ne yazarsam yazayım basılacağına dair aldığım açık çeklere rağmen yazmaya uzun müddet ara verdim. bu çeklerin internetin herkesi yazar yapmadığı bir geçmiş zamana ait olması değerinin ne denli olduğuna dair bir fikir verebilir.

neden yazacaktım ki? birincisi henüz hayatta yazıp bir şeyleri aktaracak kadar çok yaşamamıştım. ikincisi ve daha önemlisiyse yazma zahmetine ancak konuşarak elde edilemeyen açıklık ve anlaşılırlık için girilebilirdi. biri yoksa diğerinin de olmamasında bir sakınca görmedim.

sonra, ilerleyen zamanlarda lisan hakkında yeni şeyler duydum. sessiz sözsüz anlaşmalardan haberdar oldum. dilsiz dudaksız konuşmalara şahit oldum.

bu kenarda dursun.

geçenlerde yakın bir akrabam vefat etti. vefat eden yakın akrabama benden daha yakın akraba olan bir diğer yakın akrabam, telefondaki kişiye vefat haberini verdi. sonra da taziye için vefat eden yakın akrabamın daha da yakını olan bir kişiye telefonu uzattı. o zaman anlaşıldı ki, telefondaki kişi haberden bihaber. bir karışıklık oldu ve taziye dileklerini alacak kimse karşıdaki kimseyi üzmemeye gayret ederek ilk ağızdan acı haberi iletmek durumunda kaldı. işte o anda, vefat eden yakın akrabama daha yakın olan yakın akrabamın ağzından şu cümleler döküldü:
"hep söylüyorum, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşıyor, insanlar konuşa konuşa anlaşamıyor"

bu da dursun.

öyle ya da böyle otuz yıldır bu dünyayla birlikte dönüp yaşıyorum. bugün sevdiğim bir arkadaşımın gayet de iyi niyetle söylediği/sorduğu "ne zaman başlayacaksın?" cümlesine "otuz yıl önce başladım. daha ne kadar sürer bilmiyorum" karşılığını verdim.

evet, benim hayatım bu. hayatımın ismini "harala gürele" koymak isterdim ama bu tam karşılığı olamıyor. sessiz ve sakin zamanları da hiç az değil. bu, bu hayatın hep böyle gideceği anlamına gelmediği gibi, artık böyle gitmeyeceği anlamına da gelemiyor. bilmiyoruz. ileriye ait hiçbir veri yok elimizde. geçmişe ait hiçbir donemiz yok gerçekte. şu an varsa, vardır. yoksa?

her insan ebedi olmak istermiş. ebediyen hatırlanmak.

iki kişi, bütün mahremiyeti korunmuş bir odada karşılıklı oturup konuşuyor olsalar, tamamen aynı şeyden bahsediyor olsalar yine bile aynı şeyi konuşuyor sayılmazlar. o odaya gelip oturmadan önce geçtikler yollar, o odaya gelip oturmadan önceki oluşları, biriktirdikleri, hatıraları ayrıdır, apayrı. büyük bir romantizm ve hayalperestlik yapıp bunların birbiriyle aynı olmak derecesinde benzer olduğunu varsaysam bile, bir cümleyi söylerken biri diğerinin, diğeri öbürünün gözlerine bakmaktadır. ve o odadaki bakış açılarıyla biri varsayalım odanın kapısını görürken diğeri odanın penceresini görmektedir. o iki kişinin aynı cümleleri aynı algılaması mümkün değildir. ta ki, başka bir lisanda konuşuyor olmasınlar.

her insan ebedi olmak istemiş, ebediyen hatırlanmak.

bu iyi ki insanlarla sınırlı değil. yanlış anlaşılmak bir bela, ebediyen yanlış anlaşılıp öyle hatırlanmak başka..
bütün söyleyeceğim buydu aslında.

Hiç yorum yok: